Baştan sona kadın haklarına adanmış bir hayat…

Bir kadın, eğer hukukçuysa ve biraz da duyarlıysa aksi nasıl mümkün olabilir ki zaten. Son otuz yılda Türkiye’deki kadın hakları mücadelesine değerli katkılarda bulunan Nazan Moroğlu ile “Ah Biz Kadınlar/Quo Vadis?” i konuştuk. 

Röportaj: Nevşin Mengü – Eylül 2016

Fotoğraflar: Gökhan Polat

Nazan Hanım, sizi bildik bileli kadın hakları mücadelesinin içindesiniz. Nereden başladınız, şimdi ne yapıyorsunuz?

Hem akademik alanda hukuk fakültelerinde ders vererek, hem de baroda ve kadın derneklerinde aktivist olarak, otuz yıldır bu mücadeleye devam ediyorum. Bu, cumhuriyet devrimleriyle kazanılan kadın haklarının değerini bilen ve geliştirmeye çalışan örgütlü, uzun soluklu bir kadın hakları mücadelesi. Ben önce hukukçu kadınlarla birlikte yasalarda kadınlara karşı ayrımcılık içeren maddelerin değiştirilmesi kampanyalarında aktif rol aldım. Bilindiği gibi, 1979 yılında Birleşmiş Milletler’de kabul edilen Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadın haklarının gelişmesinde önemli bir itici güç olmuştu. Türkiye, sözleşmeyi 1985 yılında onayladı ve böylece kadınlara karşı ayrımcılık içeren kuralları yasalardan kaldırmayı, kadın erkek eşitliğini yaşama geçirmeyi taahhüt etmiş oldu. 

Bu süreçte sizin rolünüz neydi?

Kadın kuruluşları olarak önce bu sözleşme hakkında bilginin yaygınlaştırılması için toplantılar yaptık, neler getirdiğini anlatmaya çalıştık. Aynı zamanda ailede eşit hak, eşit paylaşım talebiyle taslak metinler hazırlandı, imza kampanyaları açıldı, toplanan yüzbinden fazla imza Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na götürüldü. Ancak 2002 yılında yeni Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesiyle bu değişiklik gerçekleşebildi. Daha sonra Anayasa’da, TCK, İş Kanunu gibi diğer temel yasalarda kadın erkek eşitliğine uygun değişiklikler yapıldı. İşte bütün bu çalışmaları yapan birçok kuruluşun yönetiminde veya başkanlığında bulundum. 

Bunca yılda Türkiye kadın meselesinde yol alabildi mi?

Yasalar açısından, evet, çok yol alındı. Kanun önünde eşit haklar sağlandı. Ama eşit hakların hayata geçirilebilmesi, kadınların bu hakları kullanabilmesi kolay olmuyor, bunun için kadınların yasal haklarını öğrenmesine ve toplumda eşitlikçi anlayışın yerleşmesine ihtiyaç var. 2000’li yılların başında Avrupa Birliği’ne uyum açısından temel yasalar hızla değiştirildi, kadınlara karşı ayrımcılık içeren maddeler kaldırıldı, Avrupa Konseyi’nin şiddetle mücadele sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi onaylandı. Yasalarda eşitliğe aykırılık hemen hemen kalmadı. Örneğin, Anayasa’da 2001 yılında yapılan değişiklikle ailede eşlerin eşit haklara sahip olması kabul edildi, 2002 yılında ailede eşler arasında eşit hak-eşit paylaşım getiren yeni Medeni Kanun yürürlüğe girdi. Özellikle eğitimde fırsat eşitliğini yakalayabilmiş kadınlar önemli konumlara geliyorlar. Ama, günümüzde çok sayıda kadının eğitimde, ailede, siyasette, iş yaşamında eşitsiz konumu devam ediyor. Dünya Ekonomik Forumu’nun her yıl yayınladığı liste bunun kanıtı. Türkiye bu yıl da kadın erkek eşitliği açısından sınıfta kaldı, 145 ülke arasında 130. sırada.

Türk kadınları haklarının farkında mı?

Birçok kadın, haklarını bilmiyor. Kadın kuruluşları, kadın hukukçular olarak saha çalışmalarımızda yıllardır “Hukuk Okur Yazarlığı” adı altında yasal hakları yaygın bir şekilde anlatmaya çalışıyoruz. Haklarını öğrenenlerin önemli bir kısmı kullanmak için mücadele ediyor, barolar aracılığıyla biz de destek vermeye çalışıyoruz. Her ilde Baro Adli Yardım Servisleri, özellikle şiddet mağduru kadınlara herhangi bir belge aranmaksızın ücretsiz avukat ataması yapıyor. Çalışan kadınların birçoğu da İş Kanunu’ndaki veya Devlet Memurları Kanunu’ndaki haklarını bilmiyor ve herhangi bir sorun yaşadıktan sonra ise gerekli önlemleri alamadıklarından çoğu kez hak kaybına uğruyorlar.

Kadın cinayetlerine değinmeden olmaz. Biz basın olarak acaba bu cinayetlere “erkek cinayeti” mi desek, mağdura değil de suçluya mı dikkat çeksek, bilemiyorum. Neden önü alınamıyor?

Bu sorunun adı kadın cinayetidir, bu toplumsal yarayı önlemek için yapılan mücadelelerde de bu şekilde kullanıyor. Ama önemli olan, kadın cinayeti haberi verilirken medyanın nasıl bir dil kullandığı, haberle birlikte nasıl bir resme yer verdiği… Mesela, haberde ‘kıskançlık öfkesine kapıldı, boşanmak isteyen karısını öldürdü’ denildiği zaman, adeta haksız tahrik indirimine kapı açılmış oluyor, hele bir de ölen kadının ‘kahkaha atarken, çok bakımlı’ bir resmi konulmuşsa… Hani iffetli kadın kahkaha atmaz diyenler var, unutmayalım. Zaten erkek egemen zihniyet, kadınların kendi hayatlarına dair karar almalarını içine sindiremiyor, bu cinayeti işlemede bir haklılık payı olduğunu göstermek istiyor… İşte bu nedenle, medyada haberin sunuluşuna özen göstermek gerekiyor. 

Bu cinayetleri önlemek için neler yapılmalı?

Kadın kuruluşlarının yoğun çalışmalarıyla kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri konusunda farkındalık yaratıldı, hemen hemen her olay medyaya yansıtılıyor. Ama önlemek için öncelikle kararlı bir devlet politikası olması gerekir. Özellikle ülkeyi yönetenler tarafından kullanılan kadın erkek eşitliğini kabul etmeyen söylemler devam ettikçe, kadını birey olarak görmeyen erkek egemen zihniyetin değişmesi de kolay olmayacak. Kadın cinayetlerinin önlenmesi için hala uzun soluklu ve tüm ilgili kurumların işbirliğiyle yapılacak çalışmalara ihtiyaç var, ancak böyle önü alınabilecek.

Türkiye’de ‘kendine özgülük’ son dönemde çok dillendirilir oldu. ‘Yani biz Avrupa’ya veya ABD’ye benzemeyiz, kendi yoğurt yiyiş şeklimiz var’, şeklinde düşünülüyor. Kadın meselesinde de bu böyle mi?

Tabii her milletin kendine özgü hasletleri, özellikleri vardır. Ama kendine özgülük diyerek evrensel kabul görmüş değerlerin göz ardı edilmesine, yok sayılmasına yol açılması çok yanlış olur. Son yıllarda kendine özgülük söyleminin özellikle kadın hakları açısından ne anlamda kullanıldığına baktığımızda, kadını sadece anne olmakla, ailenin bir üyesi olmakla sınırlayan, birey olarak görmeyen anlayış ve uygulamalarla karşılaşıyoruz. Bu, evrensel insan haklarına, kadının insanlık haklarına aykırı. Bu konuda örnekler çok. Mesela, Türkiye’de kadının her alanda onca sorunu varken, Kadın Bakanlığı 2011 yılında kaldırıldı, yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kuruldu, kadının sorunu sadece aile içinde değil ki… Bir diğer sorun, yasal hakların yok sayılması, örneğin Medeni Kanun’da kadın haklarının güvencesi olan evlilik yaşı, resmi nikah gibi kurallar göz ardı ediliyor, çocuk gelinler sayısı milyonları aştı.

Türkiye’de bizi en çok ne eziyor, ne değersiz hissettiriyor?

‘Kadın aklınla, elinin hamuruyla her işe karışma’ anlayışı azalmış olsa da, ne yazık ki hala sürüyor. Bu anlayış kadınların ezilmesine yol açıyor. Ailede veya iş yaşamında kadının kadını ezmesi de ayrı bir sorun. Günümüzde her alanda bilgisiyle, donanımıyla her işin üstesinden gelen başarılı kadınlar olduğu göz ardı edilmemeli… Kadınlar kendi değerlerinin, kendi güçlerinin farkına vardıkça ezilmişlik duygusu da ortadan kalkacaktır. 

Bazen insanlar çaresizlik hissine kapılıp, ‘en iyisi çekip gitmek bu ülkeden’, diyorlar. Sizce bu bir çözüm mü?

Ülkemizdeki olumsuzluklar, gerici, bölücü girişimler karşısında tabii ki endişelerimiz var, kaygılanmamak mümkün değil, ama bu ülke bizim. Şahsen, Atatürk ilkelerini, laik cumhuriyetimizi, kadın haklarını savunmak için verdiğim mücadele nedeniyle Ergenekon Terör Örgütü’ne üye olmakla suçlandım. Ama bütün bunların nasıl bir kumpas olduğu ortaya çıktı, çekip gitmek çözüm değil. Hiç umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor. Gerçek demokrasi için, kadın erkek eşitliği için mücadeleye devam.

https://xoxodigital.com/post/9865/nazan-moroglu

Önceki İçerikLozan Bağımsızlık Belgemiz
Sonraki İçerikCinsel Haklar ve Doğurganlığın Düzenlenmesi Toplantısı